Azim ve Kararlılıkla Dolu Bir Yaşam: Rasim Sancak’ın Hikayesi

Dünyada iz bırakmış insanların en önemli özellikleri şüphesiz ki kararlı, azimli ve sabırlı olmalarıdır. Bu özelliklere sahip olanların, hayatta çok başarılar elde ettiklerini bilmemiz lazım. Bu sebepten özel veya iş hayatında disipline sahip olmak, bize önemli ölçüde fayda sağlar. Geçmişten günümüze zorluklar ile mücadele eden insanların nasıl başarıya ulaştıklarını, hayata karşı nasıl dik durduklarını görmek bize güç verecektir. Köprübaşı eski Belediye Başkanı Rasim Sancak ile yaptığım söyleşide geçmişte ne büyük zorluklarla, nasıl azimle mücadele ettiğine şahit oldum. Başarıya ulaşmış, ün kazanmış kişilerin nasıl bir yoldan geçtiklerini çok daha iyi anladım. Hayatını Köprübaşı ilçesine adamış biriydi konuştuğum kişi… İş alanındaki başarılarını, Köprübaşı’nın ilçe olması için gösterdiği büyük gayretlere şahit oldum; sonunda tüm isteklerine kavuşmanın mutluğunu okudum gözlerinde Rasim Sancak’ın…
Bunun semeresini, iki dönem belediye başkanlığı yaparak aldı. Geçmişi anlatırken hayatın izleri yüzünden okunuyordu. Sohbetimiz ilerledikçe kâh hüzünlendi, kâh neşelendi ve geçmişi yeniden yaşıyormuş hissine kapıldı. Onu buna iten, gelecek nesillere bırakacakları kültürel bir hafıza, gelenek ve göreneklerdi. Bu engin miras boşa gitmemeliydi.
 
İlkokula çıplak ayakla gittim1930 yılında babam Köprübaşı’ndan,  Maçka ilçesi Çeşmeler köyüne göç etti; bir yıl sonra orada doğdum. Dokuz yaşına kadar Maçka’da kaldıktan sonra ailem oradaki şartları beğenmediği için tekrar Köprübaşına döndük. 1940 yılında 9 yaşında ilkokula başladım; o yıl babam hayatını kaybetti. İki kız, dört erkek olmak üzere altı kardeş yetim kaldık.
İlkokuldaki öğretmenlerim Sürmeneli Davut Çakır ile Araklı ilçesinden Hamit Aksan’dı. Okulda çok iyi bir eğitim almıştık. Düşünün o dönemde geometri bile çözüyorduk, bizi harika yetiştirdiler. İlkokul birinci sınıftan son sınıfa kadar okulu birincilikle bitirdim. Bizim zamanımızda, öğretmenlere olan saygı, sevgi bugünden çok daha farklı idi. Ah! Bir de öyle bir yoksulluk vardı ki, anlatmaya kelimeler kifayet etmez.
Geçmişten gelen fakirlikle birlikte o dönemde dünyadaki savaşların geride bıraktığı sefaletler, insanların bir dilim mısır ekmeğine ulaşmak için gece gündüz tarlalarda çalıştığı yıllar hafızamızdan hiç silinmedi. İlkokul yıllarımdan bir anımı anlatmak istiyorum:
Mart ayının sonlarıydı, okula giden öğrencilerin giyim ve kuşamları pek yoktu. Bizim aile, o dönemin Köprübaşı’sının orta dereceli varlıklı ailelerindendi. Sabah kalktım; siyah bir elbise giymiştim. Daha önce ayakkabı olarak giydiğim kabaralı çapulayı, havanın sıcak olduğu günlerde eve bırakıp çıplak ayakla okula giderdim. Ayağında giymek için çarık alacak parası olmayan birçok ailenin çocukları da okula çıplak ayakla geliyorlardı. Akşam dersten çıkınca baktık ki, her yer bembeyaz olmuş, yerde dört santimetre kar var. Yaklaşık bir kilometre karla kaplı yolu çıplak ayakla yürüyerek okuldan eve gittim. Çocukluğun verdiği hırs ve heyecanla hiç üşümemiştim. Ben diğer çocuklardan farklı olarak evimiz yakın olduğu için daha şanslıydım. On kilometre uzaktaki köylerden gelen birçok öğrenci vardı. O yıllardaki ailelerin ve çocukların çektiği sıkıntıları şimdi düşünüyorum ama aklım almıyor. O şartlardan bu günlere ulaşmak için verilen mücadelelerin binde birini günümüzde versek hiçbir sorun kalmaz.
Çok arzu ettiğim halde ilkokuldan sonra okuma şansım olmadı. O dönemlerde Köprübaşı’nda yaşayan çocuklar ortaokulu okumak için Sürmene’ye yaya gitmek zorundaydı. O nedenle ortaokulu okuyamadım. Babam ilkokula başladığım yıl öldüğü için yetim büyüyordum. Mezun olduğum yıl, Beşikdüzü Köy Enstitüsü mezunu Köprübaşılı İsmail ve Murat isimli iki kardeş öğretmen bana yol göstermek ve yardımcı olmak için beni yanlarına alarak Beşikdüzü’ne götürdü. Köy Enstitüsü sınavlarına girdikten sonra Köprübaşına döndük. Babam öldükten sonra amcam Ali Osman Sancak, çocuğu olmadığı için beni evlatlık edinme düşüncesine kapılmıştı. Bu psikolojiyle, postacının ona verdiği Köy Enstitüsü sınavlarını kazandığıma dair evrakı, Köprübaşı’ndan ayrılacağım düşüncesi ile yırtmış atmış. Bana yardımcı olan öğretmenleri de çağırmış kendilerini fırçalamış. Dolayısıyla ben tekrar okula gidemedim. Hayatım boyunca kitap okumaya ve yazmaya karşı bir merakım vardı. ‘Şiirler ve Duygular’ ile ‘Renkler ve Şiirler’ adlı iki kitabım var. Yakında tamamladığım bir kitabı da yayınlayacağım.
 
Sevdiğim kızı kaçırdım1950 yılında 19 yaşında evlenmeye karar verdim. Köprübaşı’nda amcamın bir oteli vardı; yanında da bir değirmen vardı. Evlenecek kızı bulmam için o değirmene gelen, giden kızları yokluyordum. Şu andaki eşim değirmene gelmişti. Yanına gittim, kendisi ile konuştum. Bir süre sonra anlaştık, ailesi vermez diye hiç istemeden kaçma kararı aldık. Köprübaşı’nın hemen yukarısında tepede bir evimiz vardı, oraya gidecektik. O gün çok yağmur yağdı ve sel oldu. Gece saatlerinde dereden karşıya geçecektik ki, gözlerimizin önünde köprü sele kapıldı. Evimize gitmek için çareler arıyordum. Çarşı bekçisine bize ışık tutar diye, yanımıza gelmesi için haber gönderdim. Bir süre sonra yanımıza geldi. “Kaçırdığın kızın ağabeyleri seni arıyor” dedi. Bekçi bana yardımcı oldu, dereden karşıya geçtik. Eve gidince anneme, “Sana bir arkadaş getirdim” dedim. O da inanılmaz sevindi. Daha sonra aileler anlaştı, düğün yapmadık ama yedi denilen bir gelenek için kızın evine gittik. Benim evlendiğim yıllarda başlık parası vardı ama bizden talep etmediler. 1951 yılında ilk çocuğum Mustafa Sancak dünyaya geldi. Evli iki ağabeyim,  kardeşim, annem hep birlikte aynı evde kalıyorduk. İnanın hiçbir sorun yaşamadık. Bir süre sonra herkes kendine bir ev yaparak ayrıldı. Annem kız kardeşlerimle beraber dede evinde kaldılar.
Eşimle 70 yıldır evliyiz. Bu süre zarfında bir kez bile kavga veya tartışma yaşamadık. Hep sevgi ve saygı içinde davrandık. Eşim çok mütevazı bir kadındır. 9 tane erkek çocuğumuz oldu. 26 tane torunumuz var.
 
Aşk nedir sorulamaz,
Tutkudur, içten gelir,
Aşkı yaşayan insan,
Hem sever hem sevilir.
 
Bu bir gerçek aşk ise,
Sevgide hudut olmaz,
Yıllar geçse de solmaz,
Aşk nedir sorulamaz.
 
İnsanlar açlık ve kıtlıkla mücadele ediyorduAile olarak çarşıda fırın, bakkal ve manifatura dükkânımız vardı. Yol kenarında olan dükkânımızda dururken, yoldan geçen kadınların çektiği acılar gözümün önüne geliyor. Arkasında 70 kilo ot yüklü kadınların ayaklarında çarık, 45 kilometre yolu yürüyerek Sürmene’ye nasıl indiklerine şahidim. Otunu satıp, gaz, tuz alıp akşam karanlığında tekrar yaya köylerine çıkıyorlardı. Anne ve babalarımız bizi bu zorlu süreçte yetiştirerek bu günlere geldik.
O yıllarda erkekler, keten gömleği ve şal ceket giyerdi; kadınlar kuşak bağlardı. Köprübaşı’nda tarlalarda mısır, fasulye ve patates ekilirdi ama hiçbir zaman ekilenler yeterli olmazdı. Kimsenin ambarında kendisine yetecek kadar bir mahsulü yoktu. Bazı vatandaşlar Köprübaşı’ndan armut, elma yüklenip dağ yollarında yaya yürüyerek Bayburt’a giderlerdi. Onları oralarda satıp, karşılığında arpa, buğday alarak geri dönerlerdi. Geçim şartları inanılmaz zordu. 1940’lı yıllarda İkinci Dünya Savaşı vardı. O yıllarda sadece Türkiye’de değil, tüm Dünya’da müthiş bir kıtlık yaşanıyordu. Almanlar vura vura gelip, bizim sınırımızdaki Bulgaristan’a dayanmışlardı. Hem müttefik ülkeler, hem de karşı taraf olan ülkeler Bizimle beraber olun diye baskı yapıyorlardı. Tarlada üretilen her şeyin yüzde onunu Aşar Vergisi ismi altında devlete verecektiniz. Onun için o yıllarda ülkemiz inanılmaz bir kıtlık çekti. Devlet o dönemlerdeki muhtarlara teneke ile gaz, çuval ile tuz verirdi. Amcam da muhtarlardan istedikleri kadar alıp bize veriyordu. Komşular bize gelip gaz ve tuz isterlerdi. Annem de isteyen herkese verirdi. 1929 tarihinde Köprübaşı nahiye oldu. Beşköy ve etrafındaki beş köy halkı Çaykara’dan gelip buralara yerleşmişlerdir. 1961 yılına kadar bu köyler Çaykara’ya bağlıydı. Sonra tek dağ yolundan sağlanan ulaşımın zorluğundan dolayı Sürmene Köprübaşı’na bağlandı.
 
Zor şartlara rağmen halkın neşesi yerindeydiGençlik dönemlerimizdeki yaşamımızda, dayanışma ve paylaşma çoktu. Tüm işler bedenen yapılmak zorunda olduğu için, sırasıyla kimin işi varsa o günü herkes onu görürdü, imece yapılırdı yani. Tarla işleri ve çayır kesme ile birlikte, inek gübresi, ot, yaprak ve odun kadınların sırtlarında taşınıyordu.
17 yaşlarında Köprübaşı’nda emsallerimin içinde ön sıralardaydım. Külot pantolon veya İngiliz külot pantolonu denen dize kadar şalvar gibi gelen ve dizden aşağısı düğmeli pantolon giyer, belime de tabancamı takıp öyle gezerdim.
Irgatlığa (rençperlik) gittiğimde bir tarafta kemençe, kaval çalıp oynarlarken, ben elimde silahla onlarca mermi atardım. Irgatlık (imece) bitince eve geçerek, kız erkek karışık saatlerce horon teperdik. İnanın kıtlık, yoksulluk ve açlık vardı ama halkın neşesi her zaman yerindeydi. Köprübaşı’nda böyle bir kültür olmadığı için atma türkü söylenmezdi. Bizim dönemde Sürmene’de kemençe ustaları vardı. En meşhuru, türküleri ve plakları olan Bahattin Çamurali idi. Köprübaşı, geçmişte el sanatlarına çok önem veren bir yerleşim yeri idi. Özellikle ahşap oymacılığı çok gelişmişti. Ayrıca Beşköy’de de çok kemençe ustası vardı. Kemençe üretip satarlardı.
 
Yayla yolculuklarımızı unutamıyorumKöprübaşı’nın,  Soğuksu, Ebeler, Küçük Kangal, Harman, Ağaçbaşı, Yangın, Vizera, Mincena, Sulak, Köşk, Taşlı ve İsmail Ağa yaylaları var. İlçenin en yüksek yeri 2 bin 742 rakımlı Madur Dağıdır. Çevresinde, Köşk Yaylası, Taşlı, Sulak, Kalecik ve Kutlusu yaylaları vardır. Yaylaya çıkışlarımız genelde Mayıs’ın başında olurdu. Her evde sekiz-on hayvan vardı. Herkes ineklerini süsler, toplu olarak yaylaya götürürdü. Ağır yükleri yine kadınlar sırtlardı. Ayaklarda çarıklarla yürünürdü onca yol. Belirlenmiş horon düzlüklerine gelince herkes yükünü indirir, kemençe ve kaval eşliğinde kız erkek karışık horonlar oynardı. Eylül sonlarında yayla dönüşleri başlar, yine aynı şekilde yollarda eğlenceler yapılırdı.
Bazen yaylaya çıkarken arkadaşlarla Çaykara tarafından Ataköy yolundan geçerdik. Görnek yaylasına varınca orada dinlenirdik. Eğlenceler ve atışmalar olurdu. Kız erkek horon oynardık. Kadınlar da atışırdı. Kartala isminde bir meşhur kadın vardı. Atma türkülerde çok ünlüydü. Onun türkülerinden herkes nasibini alırdı. Daha sonra oradan kalkar daha ilerde Parma yaylasına varır, aynı etkinlikleri orada yapardık.
Bir gün Köprübaşı’ndan kalabalık bir şekilde yaylaya gitmek için yola girdik. Ceketim omuzumda, külot pantolon ve ayağımda çizmelerleyim; belimde yine her zamanki gibi tabanca vardı. Yolda bir kız arkadaşımla kalabalıktan ayrılarak biraz geride kaldık. Sepetinde yiyecekler vardı. Kankela Mevkii’ne geldiğimizde, Köprübaşı’nda görev yapan Başçavuşu, yanında jandarmalarla birlikte atın sırtında bize doğru geldiğini fark ettim. Ben o arada silahım görünmesin diye ceketimi giydim ama silahı görmüştü. Yanıma yanaştı, “Rasim nedir bu halin” dedi. “Komutanım kusura bakma ben seninle karşılaşacağımı bilmiyordum” dedim. O da, ”Silahın yasak olduğunu bilmiyor musun” dedi. ”Komutanım yasak ama dağlarda silah yasak olmaz” dedim. “Bir daha görmeyeyim” diyerek yanımdan uzaklaştı. Güzel bir anımdı.
Bir gün yine 15 arkadaşımla Çaykara Sultanmurat yaylasında kalıyorduk. Hepimizde silah vardı. Kaldığımız tesiste gece lüksü yakarak içerde eğleniyorduk. Yanımızdan biri silahını çıkardı havaya ateş etmeye başladı. O arada herkes silahlarını ateşleyerek tavanı delik deşik ettiler. Tesis sahibi bize çok kızmıştı. Yanına gittim, “Amca kusura bakma, gençlik heyecanı, zararın ne ise ben ödeyeceğim” dedim.  Mermilerimiz bitmişti. “Burada mermi satan var mı?” diye sordum. “Bir imam var, o satıyor” dediler. Adamın yanına gittim. “Hocam mermi var mı” dedim. O da,” var” dedi. Bana bir paket mermi getirdi verdi.  Kendisine “Hoca bu yasak, bunu satarak kaçakçılık yapıyorsun, aynı zamanda bu haram değil mi?” dedim. “Niye haram olsun, paramla alıp, paramla satıyorum” dedi. Çok gülmüştük o gece.
Özellikle hayvancılık konusunda bir şeyler söylemek istiyorum.  Bizim dönemlerde Köprübaşı’nda binlerce inek ve koyun vardı. Maalesef günümüzde neredeyse hiç birinin ahırında hayvan yoktur. Hayvancılığın gelişmesi tamamen devlet politikası ile olur. Yem girdileri bu kadar pahalı olduğu yerde insanlar nasıl inek veya koyun besleyecek? Samanı bile yurt dışından almaya başladık. Türkiye coğrafyasını göz önüne getirin. Üç tarafı denizlerle çevrili, ekilebilecek inanılmaz arazisi olan bir ülkede yaşıyoruz. Buna rağmen, saman, mısır, patates, buğdayı ve hayvanları dışarıdan almaya başladık. Bu verimli topraklarımızı değerlendiremiyorsak bu ülkede daha niye yaşıyoruz. Hollanda, Konya vilayeti kadar bir yer. Neredeyse tüm hayvansal ürünleri oradan almaya başladık. Üretmeyen toplumlar yıkılmaya mahkûmdur. Türkiye bu şekilde kalkınamaz.
 
Sahilde ilk restoranı ben açtım1964 yılında 33 yaşında Sürmene’de sahilde restoran açmıştım. Sürmene’nin öğretmenleri sürekli benim orada yemek yerlerdi. Bir gün öğretmenler bana dedi ki; “Rasim, bir genelge geldi, sana ortaokul ve lise diploması verelim”. Ben de kendilerine, “Bir lise diploması alacak kadar bilgiye sahip değilim” dedim. Onlar da, “Sen karışma, müracaat et sana biz vereceğiz” dediler. İmtihana girdim, bana lise diplomasını verdiler. Ama hayatım boyunca bu diplomayı ne kabul ettim, ne de hiçbir yerde kullandım. Bununla ilgili bir anımı anlatayım:
         Köprübaşı’nda alabalık üretimine başlamıştım. Bununla ilgili İstanbul’da bir seminer vardı. Trabzon bölgesinden katılmak için İstanbul’a gittim. Herkes bilgisi doğrultusunda bildiriler sunuyordu. Yanımda Çaykaralı bir ziraat mühendisi vardı. Kendisine, “Eksiğim varsa beni uyar” dedim. Ben de künyemi açıklarken ilkokul mezunu olduğumu söyledikten sonra hazırladığım bildirimi katılımcılara sundum. Toplantıya Almanlar da katılmıştı. Bir kadın tercüman konuştuklarımızı Almancaya çeviriyordu. Konuşmam bittikten sonra Alman Profesör yanıma gelerek, “Bu nasıl oluyor, ilkokul mezunu biri böyle güzel bildiriyi nasıl sunabilir. Sen bu bilgileri nereden aldın” dedi. Ben de kendisine, “Üretim yaptığım havuzlarımdaki tatbikattan aldım. Benim lise diplomam var ama ben onu hak ederek almadığım için kendimi lise mezunu kabul etmiyorum” deyince ayağa kalkıp, “Seni tebrik ediyorum” diyerek beni kucakladı.
 
Köprübaşı’nın belediye olması için çok çalıştımRestoran işimiz çok iyi tutmuştu, harika iş yapmaya başlamıştık. Ben de o dönemlerde, Köprübaşı’nı nasıl belediye yaparız diye kafa yormaya başladım. Bir gün Sürmene Belediye Başkanının yanına gittim. Belediye yasasını kendisinden aldım, baştan sona kadar okudum. Köprübaşı’na çıktım. Akpınar, Fidanlı ve Gündoğan Köyleri muhtarlarını topladım. Kendilerine, “Burada bir belediye kuralım” dedim. Kimse yanaşmadı; çünkü Köprübaşı’nı onlar idare ediyordu; işlerine gelmedi. Baktım onlarla bu iş olmayacak. Belediye kurmak için 2 bin nüfusun olması lazımdı. Sürmene’de nüfus memuru olan Mustafa İmamoğlu’na gittim. Köprübaşı’nın nüfusunu çıkarmasını istedim. Baktım ki, belediye olması için nüfus yeterli. O dönemlerde Askerlik Şubesinde Harita Mühendisi olup yedek subay olarak görev yapan biri vardı. Kendisine rica ederek, Köprübaşı’nın haritasını çıkarttım. Belediye hudutları en fazla 500 metre olması lazımdı. Bizdeki yerleşim on kilometre uzakta kaldı. Trabzon’da Özel İdarede tanıdık bir memurun yanına gittim. Kendisine durumu anlattım. O da bana, “Çizilecek haritada 500 metre göstersinler” dedi. Biz de o şekilde dosyayı hazırladık, valiliğe verdik. İl Genel Meclisinden geçerek Ankara’ya Danıştay’a postaladılar. Bir süre sonra durumu öğrenmek için Trabzon’da Özel İdarenin köy bürosuna gittim. Müdür bana, “Köprübaşı belediye olduğuna dair yazı geldi. 61 gün içinde seçime gideceksiniz” dedi. Çok sevindim, oradan evrakları alarak Sürmene’deki seçim kurulu başkanı hâkime götürdüm. O da bana, “Partilere üye olan kişilerin yapacağı ön seçimle adaylar belirlenecek” dedi. Olay duyulur duyulmaz belediyeden hiç bilgisi olmayan birçok kişi aday oldu. İnanın Belediye kurulması için beraber çalıştığım Mustafa İmamoğlu, Aslan Aksoy, Mustafa Turan ile birlikte belediyeyi kurduk. Bu süreçte Köprübaşı’ndan çok kişi bize engel olmaya çalıştı.
Belediye başkanlığı ile ilgili partiler aday çıkarmak için çalışmalara başladı. Ben akrabamın büyüklerine, “Gelin bu işi anlayan bir kişiyi aday çıkaralım” dedim. Benim sözümü kimse dinlemedi. Parti içindeki ön seçimde çıkan sorunlardan dolayı CHP aday çıkaramadı. Adalet Partisinde yapılan ön seçimde Şaban Ayar ile Hasan Balcı yarıştılar. Kazanan Şaban Ayar oldu. Otelin balkonunda arkadaşlarla oturuyorduk. Ön seçimi kaybeden Hasan Balcı, köprünün üstüne gelince kafasını kaldırarak “Ulan Sancaklar, bana destek verin belediye başkanı olayım” dedi. Arkadaşlar bana ısrarla, “Gel bunu destekleyelim” dediler. “Çoğunluk istiyorsa görüşünüze karşı gelmem; destekleyelim” dedim. O şekilde destek vererek 1965 yılında bağımsız Belediye Başkanı olarak eski Jandarma Onbaşı Hasan Balcı seçimi kazandı. O dönemde belediye olmamızla ilgili yazdığım şiirden iki kıta okuyayım.
 
Durup dururken birden
Aklıma bir şey geldi,
Köprübaşı Nahiye
Neden Belde değildi.
 
Sıvadım kollarımı
Anlattım meseleyi
Herkes de anlamıştı
Kurulacak beldeyi.
 
“Belediye başkanı olacaksın” dedilerİkinci dönem belediye başkanlığı seçimi yaklaştığında akrabalarım beni çağırdı. Kalabalık katılımın olduğu bir toplantıda belediye başkan adayı olmamı istediler. Ben de, işimin olduğunu belediye başkan adayı olmayı hiç düşünmediğimi söyledim. Bana, “Bu bir akraba emridir, iyi düşün karar ver” dediler. Aslında ben aday olmama kararımı vermiştim ama o anda kızmasınlar diye kendilerinden karar vermem için bir hafta süre istedim. Konuyu tüm arkadaşlarıma açmaya başladım. Baktım ki herkes destek veriyor. Ona rağmen yine istemiyorum. Bir hafta sonra yeniden toplandık. Bana, “Ne karar verdin” dediler. Kendilerine, “Üç tane teklifim var. Bunları kabul ederseniz, ben de evet derim. Bana 20 bin lira para vereceksiniz ama akıbetini sormayacaksınız. Bunu örtülü ödenek gibi kullanacağım.” O zamanın parasıyla çok büyük para. Merkez muhtarı Dursun Aydın, yanındaki Seyit’e, “10 bin lirayı sen ver, diğer 10 bin lirayı ben vereceğim” dedi. Kabul ederek, “Sen istediğin gibi kullan” dediler. İkinci teklifim ise, “Başkan olursam davul benim, tokmak sizin elinizde olmayacak. Ben bunu kabul etmem. Size danışırım ama kararı ben vereceğim” dedim, onu da kabul ettiler.
Son isteğim ise, “Seçim başlayıp bitene kadar hepiniz benim emrimde olacaksınız. Verdiğim talimatlara göre hareket edeceksiniz. Seçimi kaybedersem sorumlusu benim. Kazanırsak hep birlikte kazanacağız” dedim. Bunu da kabul ettiler. Ben de mecbur kaldım aday oldum. 1968 yılında seçimi açık ara kazanarak Belediye başkanı oldum. Önümde çok büyük sorunlar vardı. Hiçbir mahallede yol yoktu. Muhalefet partisinden başkan seçildiğim için istediğimi alamıyordum. Kazma kürekle başlatılan ve yarıda bırakılan mahalle yolları vardı. Vatandaşlara söz vermiştim yolları tamamlayacağım, diye. Vali Sürmene’ye gelmişti, yanına gittim. Bana, “Fidanlı yolunun aşağıdaki yola bağlanmasını özellikle senden istiyorum” dedi. Ben de, ”Sayın Valim ben bu konuyu çözeceğim; sözünü veriyorum. Ama size geldiğim zaman makine verecek misiniz” dedim. Kendisi de vereceğinin sözünü verdi. Ben de yeniden bir proje yapılması için emir verdim. Projeyi çizdik ve imzalandı. Tekrar Valiye gittim. “Sayın Valim siz daha önce bana söz vermiştiniz makine verecektiniz” deyince, “ Makine yok” dedi. “Siz yolu benden istemiştiniz ben oradaki proje problemlerimi çözdüm. Makinesiz yol olmaz” dedim. Maalesef bana makineyi vermedi. Valiye çok kızmıştım, Ankara’ya gittim. Mahalli İdareler Genel Müdürü ile konuştum. Kendisi de, “Bu konu beni aşar, Bakana git” dedi. Ben de bakana çıktım. Kendisine durumu anlattım. “Vali bana söz vermişti, sözüne tutmadı” dedim. Hemen telefona sarıldı, “Bana Trabzon Valisini bağlayın” dedi. Valiyi bağladılar, kendisine, “ Köprübaşı Belediyesine bir dozer ile kompresör derhal gönderin” dedi. Ben Ankara’dan gelmeden makineler Köprübaşına gitti. Gündüz gün ışığı ile gece lüksle çalıştık. Daha sonra Vali yol çalışmasını görmek için geldi. “Çok güzel çalışıyorsunuz” dedi. Ben de kendisine, “Sayende Sayın Valim” dedim. Hiç sesini çıkarmadı. Yolu tamamladım.
İnanın siyası baskılar yüzünden çok zor görev yaptım. Bazı projelerimi gerçekleştiremedim. Bir gün kendi kendime, “Ben Almanya’ya gideyim. Orada çalışan Köprübaşılı hemşerilerimizden yardım talep edeyim” dedim. Karar verdim ve görevli olarak yurt dışına çıkma kâğıdını alarak Almanya’ya gittim. Gitmeden önce millet dedikodu yapmasın diye para makbuzu bastırdım. Sürmene Kaymakamından bu yapılanları bir tutanakla mühürleyip imzalayarak aldım. Üç ay 15 gün Almanya’yı karış karış dolaştım. 115 bin Mark para topladım. Bir dozer,  bir kompresör ve bir yükleyici alarak Köprübaşı’na döndüm. 25 bin Mark para artmıştı. O para ile bir damperli kamyon aldım. Belediye olarak işlere başladık. Tüm mahalle yollarını o makinelerle yaptım. Bölgemizde bu şekilde çalışan belediye başkanı olarak sanırım ilk ben oldum.
 
Senin adın Güneşera,
Şimdi olsun Köprübaşı,
Yemyeşildir dağı taşı,
Onun adı Köprübaşı.
 
Köy, kasaba oldun ilçe,
Şölen yılın olsun nice,
Halkını boğdun sevince,
Adın senin Köprübaşı.
 
Arkadaşların verdiği 20 bin lirayı belediyeye hibe ettimBaşkan olmadan önce arkadaşlarımdan istediğim 20 bin lirayı nasıl kullandığımı anlatayım:
Gündoğan Kosno Mahallesi vardı, hiç suyu yoktu. Benden önceki Başkan mahallede oturanlara su götürüme sözü vermişti. Aradan üç yıl geçti mahalleye su verilmedi. Ben aday olduğumda mahalleye haber saldım. “Bu konuyu sizlerle gelip konuşacağım” dedim. Kendileri toplanarak bana haber verdiler. Ben de gittim, bütün mahalle oradaydı. Vatandaşlar bana, “Bizden öncekiler bize söz vermişti su getireceğiz, Ama yapmadılar. Eğer sen bize söz verirsen sana oy vereceğiz” dediler. Ben de “Belediyenin maddi imkânlarını bilmiyorum, sizce maliyeti ne kadar olur” diye sordum. Dediler ki biz kanalları açarız. Kendilerine, “Ben size 10 bin lira versem siz yapar mısınız? Eğer yetmese başkan seçilirsem belediyenin imkânlarını da kullanırım” dedim. Bana güvendiler. “Seni destekleyeceğiz” dediler. O parayı bloke ettim. Belediye Başkanı seçilince ilk işim köyün suyunu halledecek kuruma gitmek oldu. Durumu müdüre anlattım. O da bana, ”Kanalları köylü açsın, biz lazım olan boruları size göndereceğiz” dedi. Vatandaş kanalları açtı. Borular gelerek döşendi ve suyu mahalleye götürdük. Bizim 10 bin lira kenarda durdu. Belediye’ye geldim. Muhasebeciyi çağırdım. Kendisine, “Elimde 20 bin lira var, bunu belediyeye nasıl aktarırız” dedim. O da bana, “Bağışlar bölümü var, o şekilde makbuz keserek parayı belediyenin hesabına aktarırız” diye cevap verdi. Ben de, “Sait Sancak adına 10 bin lira, Dursun Aydın adına 10 bin lira olarak makbuzlarını kes parayı belediyeye aktar” dedim. Makbuzları aldım, Sait ve Dursun’a götürdüm, “Aha paranız alın” dedim.
 
Müfettiş belediyeyi teftiş ettiğinde şok yaşadı
Almanya’ya görevli gittiğimde üç ay 15 gün kalmıştım. Giderken maaşım 400 lira olmuştu. Görev sürem içinde harcırah, yol, yatak parası olarak 36 bin lira benim hesabıma tahakkuk ettirildi. Köprübaşı’na döndükten sonra, “Ben bu parayı alamam” dedim. Bir süre sonra belediyeyi denetlemek için bir müfettiş geldi. Teftiş yaparken bana tahakkuk ettirilen 36 bin liraya rastladı. Bir süre sonra benim makamıma geldi. “Başkan sen Almanya’ya görevli gittin mi” dedi. Ben de, “Evet” dedim.  “Peki, harcırah paranı aldın mı?”. Kendisine, “Tahakkuk ettirildi ama o parayı almadım, belediyeye bıraktım” dedim. 36 bin lira o dönemde çok büyük para. “Sen niçin almadın” sorunca ben de, “Bakın Müfettiş Bey, benim Almanya’da tüm ihtiyaçlarımı Köprübaşılı işçiler gördü. Evlerinde misafir ettiler, yemeğimi, yatağımı verdiler. Nereye gittiysem paraları onlar harcadı. Ben bu parayı niye alayım, ben bunu hak etmedim” deyince inanılmaz şaşırdı. Teftişi bitince yanıma geldi, “20 yıllık müfettişim, teftiş yapıyorum, hiçbir belediyeye bu kadar eksiksiz rapor yapmadım” dedi.
Belediyeyi cebimizden harcayarak böyle yönettik.  
 
Belediye başkanlığı, ekonomik kayıplarıma neden oldu1968 yılında Köprübaşı’nda Belediye başkanı seçilmiştim. Aldığım maaş 250 lira idi. O tarihte Sürmene’deki lokantamda ayda dört bin lira kazanıyordum. Çevrenin baskısı ile bir dönem belediye başkanlığı yapacaktım. Bunun için Sürmene’deki restoranımı sattım. Ama ilk dönemde bazı projelerimi tamamlayamayınca ikinci dönem için herkesi topladım. Kendilerine, “Bazı yapacaklarımı yapamadım. Eğer isterseniz tekrar aday olurum” dedim. Kendileri istedi, yeniden başkanlığa aday oldum ve seçildim. O dönemlerde Köprübaşı’nın seçmeninin yüzde doksanı sağ partili idi. Ama ona rağmen CHP’den iki dönem kazandım. 1977 yılına kadar başkanlık görevimi tamamladım. 1989-1994 yılları arasında büyük oğlum Mustafa Sancak da Köprübaşı’nda Belediye Başkanlığı yaptı.
 
İşadamı olmaya karar verdimDaha önce sattığım restoran ile orada yaptığım bir evi ve Köprübaşı’ndaki otelimi satarak aldığım para ile İstanbul’a gidip bir kilit fabrikasını binası ile birlikte satın aldım. Bir şirket kurarak beş tip asma kilit imalatına başladık. Daha sonra bir çocuk bisiklet fabrikasını satın aldım. 40 kişi çalıştırmaya başladım. Tekstil konusunda bir boyama fabrikası açtım. Yoğun bir çalışma temposundan sonra 1995 yılında hac farizasını yerine getirdim. Döndükten sonra dokuz erkek çocuğumu yanıma çağırdım. Kendilerine, “Ben bu işleri ve İstanbul’u bırakıyorum. Siz bu işyerlerini işletecek misiniz” dedim. Çocuklarımın bir kısmı İstanbul’daydı, diğerleri Almanya’ya gitti. Kendileri mücadele ettiler, hepsinin durumları iyi. Allah’a şükürler olsun kimseye muhtaç değiliz.    
 
Başkan akrabanı bana gönder görürsünBelediye Başkanlığı yaptığım dönemlerde kıtlık vardı. Devlet belediyelere buğday tahsis ediyordu. Biz onu değirmenlerde öğütüp durumu iyi olmayan vatandaşlara nüfus başına aylık beş kilo veriyorduk. Bir gün benim yanıma 30 yaşlarında hamile bir kadın geldi. “Reis Bey benim evimde yenecek bir ekmeğim yok, bana biraz un verir misin?” dedi. Nerden geldiğini sordum. Belediye hudutları dışından geldiğini söyleyince, “Olmaz” dedim.  “Ne olursun başkan açlıktan ölüyoruz, biraz un ver bana” dedi. Ben de kendisine kimlerden olduğunu sordum. “İbrahim’in karısıyım” dedi. Söylediği isim 80 yaşında biri idi. Çağırdım memuru, “Bir çuval buğday kuponu ver ona “dedim.  Kadın buğdayı aldı. Elemanı çağırdım, “Al arabayı bu kadını evine götür, gel” dedim. Kadına da, “Eşine söyle yanıma gelsin” dedim.  Birkaç gün sonra adam yanıma geldi. Tanınmış biri idi. Kendisine bir kahve ısmarladım. “Buraya 30 yaşında karnı burnunda bir kadın geldi. Sen 80 yaşındasın, nasıl çocuk yaptınız” dedim. “Başkanım senin yakın akraban olan bir kadın yok mu, yolla da bak nasıl çocuk yapılır?” dedi. Kendisine hiç kızmadım, “Sana helâl olsun, yine sana buğday vereceğim, sen hak ettin” dedim. Bu anımı hiç unutmuyorum. Benim dokuz yıllık başkanlık dönemimde kapım hiçbir zaman kapalı kalmadı. Asla insanlar arasında ayrım yapmadım; siyasileri de ayırmadım. Onun için ikinci dönemde açık farkla başkan seçildim. Benim belediye başkanlığım döneminde yaptıklarımı hiç kimse yapamadı. Köprübaşı caddelerini genişleten ben, bazı vatandaşların işgal ettiği yerleri Belediye’ye kazandıran yine ben oldum. O cesareti kimse gösteremezdi. 1970 yılında Köprübaşı’nın toplam nüfusu 15 bin… Şu andaki nüfusumuz dört bin civarında. Bu kadar göç veren bir ilçe olur mu? 50 yıl geçti normal bir nüfus artışı ile şu anda Köprübaşı’nın nüfusu 50 bin olmalıydı. Sanayi yok, tarım yok, hayvancılık yok, vatandaşımızın buralarda kalmak için gösterecek bir bahanesi de yok.
 
Toplum örf, adet ve kültürünü kaybettiBenim dönemimde belediye binasının altında 500 metrekare bir salon vardı. Orada bir sinema kurmuştuk. İnanın sinemaya gelmek için 15 kilometre uzaktaki köylerden gençler, yaşlılar erkek ve kadınlar yollara düşerdi.
Elektrik olmadığı dönemlerde milli ve dini bayramlarda lüks lambalarını yakarak okulun bahçesinde sabaha kadar eğlenceler olurdu. Bütün köylerden her kesimdeki insanlar gelir, birlikte eğlenirdik. Yoksulluğun zirve yaptığı ö dönemlerde insanların bir araya gelerek dayanışma içinde kültürlerini yaşatması çok anlamlıdır. Şimdiki bayramlara bakıyorsun insanlar hiçbir yerde yoklar. Milli duygularımıza ne oldu? Bu insanlar bu hale nasıl geldi hiç düşündük mü? Maalesef bizi şimdiye kadar yönetenlerin bu konuda büyük sorumlulukları vardır. Gençliğimizdeki gelenek ve görenekler maalesef günümüzde sıfırlanmış durumda. İnanın hiçbiri şu anda yaşanmıyor. İnsanlar birbirlerinden uzaklaştılar. Eski sevgi ve hoşgörüler yok oldu. Dayanışma kültürü ile kaynaşmadan eser kalmadı. İnsanlar artık kendi siyasi düşüncesindeki insanlarla sohbet ediyor, diğerlerine başını çevirip geçiyor. Buradan herkese soruyorum. Bu ülkenin bütünlüğünü bu şekilde nasıl koruyacağız. Vatandaşlarımız biraz kendilerini sorgulasınlar. İnsanlarımız siyasi partilerin esiri olmamalı. İnsani ve İslami bir şekilde yaşayarak topluma katkı sağlamalarını istiyorum. Günler çabuk geçiyor, herkesin yaşı geçiyor. Aramızdan nice insanları yolcu ettik, hepimiz öleceğiz. Kırıcı olmadan, hoşgörü içinde üreterek yaşayalım. Boşa kürek sallayarak gençliğimizi heba etmeyelim.